Cumartesi, Aralık 29, 2007

son günlerde çok yoğundum,
işle uğraşmaktan kafamı kaldıramadım.
Birde kış, hava erkenden kararıyor, tadından yenmiyor kısaca...

Ne demek istediğini bende anladım.
Hava erkenden kararıyor ve yapılmasını istediğim o kadar çok şey var ki...
Ars longa vita bravis...
Ama yinede yettiğince bir şeyleri öğrenmek gerek.
Hindistanda Sitar ustalarının daha önceki yaşamlarında da bu çalgıyı çalanlar olduğuna inanrılarmış çünkü normal şartlarda bir ömür yetmiyor sitar çalmayı öğrenmeye; o yüzden bir sonraki yaşamım için biraz daha çabalıyayım, kimbilir kim olacaksak...

stediğim şeyler için zaman kalmıyor. Tüm günü yok sayıyorsun zaten, işle geçen boşa zaman dilimi. Eve gelip, duş alıp üstünden akıp gitsin diye bekliyorsun berbat gün ve tüm gereksiz ayrıntılar. Olmuyor çoğunlukla..

Evet çabalasak iyi olacak, gerçekten güzel olurdu bu.
Şu an gerçek yaşamımızın bir ön çalışması olsa ve biz asıl olana doğup onu istediğimiz gibi yaşasak..

Aslında biraz günebakan gibiyiz herbirimiz. Hep güneşe bakmak istedikçe güneş bir başka yöne doğru gidiyor.

Bizim yetişmek için peşinden koştuğumuzu hiç umursamıyor sanki. Ve bizde hiç farkında değiliz ona yönelirken yanımızdan yitip gidenleri.

Her gün yeni bir şey daha öğrenerek doğabilmek lazım sabaha.
İşte bu yüzden yazar olmak isterdim kendi kaybolmuşluğumda yeni öyküler bulabilmek umuduyla ıssız bir yerde uyuyakalmak.
Uyandığımdaysa hiç umursamamak dünyayı gülümseyerek bir kaç kelime daha yazabilme umuduyla düşlere dalmak isterdim.

Hayat ne isterse o olur, biz koşsak ya da statik dursak bile akışı belirleyen yine hep o..
Ben işte biraz da bu yüzden yazıyorum, Auster'ın dediği gibi iplerin biraz olsun elimde olduğunu hissetmek için.
Ve kendimi şanslı sayıyorum, içimde ki yazarla yaşamayı becerebildiğim için.
Eğer yazmak denen şey olmasaydı yeryüzünde ben mutlu bir kadın olamazdım, bunu biliyorum...

Bilgilerimiz bizimle birlikte ölmekten se sonsuz olsunlar diye yazıyorum ben.
Nefesim nasıl havaya karışıp ben ölsem de yaşamaya devam edecekse ve nefes olacaksa başka insanlara; duygularımda yitip gitmesin diye yazıyorum.

Çarşamba, Aralık 19, 2007


Korhan Bozkurt'un yazdığı ve yönettiği deneysel filmi O Kadın aslında bir Sezen Aksu şarkıları geçidi olarak eğerlendirilebilir.

Filmin başından sonuna 2 başrol oyuncusu (Yeşim - Selin Demiratar ve Okan - Tardu Flordun) arasındaki romantik hikayenin müzikli bir slayt gösterisi şeklinde anlatımı diyebiliriz bu çalışmaya. Yani film demeye pek içim el vermiyor.

Tardu Flordun ve ve Erol Günaydın dışında oyunculuklar berbat ama Burak Hakkı ve Nefise Karatayın fotoğraf çekilirken poz verir gibi oyunculukları için berbat bile biraz fazla hoşgörülü olarak değerlendirilebilir.

Sözün özü bugün bir arkadaşıma da dediğim gibi Sezen Aksu hayranları Sezen Aksu konserine klip çekilmiş nasıl acaba diye merak edip izleyebilirler.

Pazartesi, Aralık 17, 2007

İki film birden...

Paris Je T'aime
18 kısa hikayeden oluşan ve içinde her türlüsünden sevgiye ve paris sokaklarına yer varilen paris seni seviyorum ilginç bir film olmakla birlikte bir ünlüler geçidine çevirmiş ortalığı.

işte bir kaçı : Steve Buscemi, Natalie Portman, Marianne Faithfull, Juliette Binoche, Willem Dafoe, Nick Nolte, Bob Hoskins, Elijah Wood, Gérard Depardieu, Ben Gazzara gibi uzayıp gidiyor liste. izlenmesi gerek olan filmlerden biri.

Filmdeki bölümlere ait kısa özetler.

Montmartre
(Bruno Podalydes)

Montnartre’ın dar sokaklarında park yeri arayan bir adam kendi kendine sorununun ne olduğunu ve neden gerçek aşkı bulamadığını sorar. Esrarengiz bir kadın, birden arabasının yanında düşüp bayılır. Beklediği aşk bu mudur yoksa?

Quais de Seine / Seine Rıhtımları
(Gurinder Chadha)

François ve iki arkadaşı Seine nehri kıyısında oturmuş gelip geçen kızlara laf atarlarken ayağı taşa takılan güzel bir Müslüman kız sendeleyip, düşer. François, arkadaşlarının alay etmesine rağmen kızın yardıma koşar. Kız camiye gitmek için uzaklaşır. François da arkadaşlarının yanına döner; ama birden kızın hayatından çıkıp gitmesine izin veremeyeceğini fark eder.

Le Marais
(Gus Van Sant)

Genç bir adam olan Gaspard basımcıya girer. Oradaki genç yardımcı Eli’den bir anda müthiş etkilenir. Gaspard’ın bu garip, yeni duygusu sanki Eli’nin kulağına sesli olarak gelir. Eli ancak onun gidişinden sonra çok özel ve ender bir şeye tanık olduğunun bilincine varır.

Tuileries
(Joel ve Ethan Coen)

Amerikalı bir turist, Tuileries metro istasyonunda metroyu beklerken şehir rehberini incelerken, gözü karşı tarafta tutkuyla öpüşen genç Fransız çifte takılır. Ve rehberdeki tavsiyeleri dikkate alması gerektiğini çok geç anlar: Paris metrosunda asla kimsenin gözlerine bakma. Bunu müthiş bir komedi izler.

Loin du 16e / 16. Bölgeden Uzakta
(Walter Salles ve Daniela Thomas)

Şafakta, genç göçmen bir anne bebeğini gönülsüzce yerel bir çocuk yuvasına bırakır ve şehre giden metroya biner. Bu tüketici yolculuktan sonra çalışacağı 16. Bölgeye gelir. Başka bir kadının çocuğuna dadılık yapacaktır.

“Her semtte pek az dikkat ettiğimiz bir alt dünya vardır; biz bunu göstermek istedik” - Walter Salles

Porte de Choisy / Choisy Kapısı
(Christopher Doyle)

Gezgin bir satıcıyla Çin kuaför salonunun güzel sahibesi arasında garip, sıra dışı bir rastlantı.

Bastille
(İsabel Coixet)

Bir adam, tutkulu, genç metresiyle yaşamak için boşanmak istediğini söylemeye hazırlanırken, karısı gözyaşlarına boğulup, kanser olduğunu ve sadece birkaç aylık ömrü kaldığını açıklar. Adam her şeyi bırakıp karısıyla ilgilenmeye karar verir. Ve ona ikinci kez aşık olduğunda hayatı altüst olur.

“Bastille, işçi sınıfı, modayı yakından izleyenler ve burjuvalardan oluşan karma yapısıyla farklı bir toplumsal dokuya sahip. Kartpostalarda resmedilen Paris imajından uzaklaşma fikrime son derece uygun. - Isabel Coixet

Place des Victoires / Zafer Meydanı
(Nobohiro Suwa)

Bir kadının uykusu, ölmüş çocuğunun ağlamasıyla bölünür. Çocuğunun öldüğü meydana döner ve orada garip bir kovboyla karşılaşır. Kovboy bir kez daha ortadan kaybolmadan önce çocuğuyla bir an geçirmesine izin verir.

Tour Eiffel (Eyfel Kulesi
(Sylvain Chomet)

Tek başına bir mim oyuncusu Eyfel Kulesinin altında saçmalıklar yapıp turistlerin canını sıkmakla oyalanır. Sonunda yerel polis onu huzuru bozmakla suçlayıp tutuklar. Polis merkezi, ruh ikizi güzel bir kadın mim oyuncusunu bulduğu yer olur.

Parc Monceau / Monceau Parkı
(Alfonso Cuaron)

Orta yaşlı Amerikalı bir adam güzel, inatçı, genç Fransız kadınla randevusuna geç kalmıştır. Bulvarda yürürlerken hararetli konuşmaları mahrem ve karmaşık bir ilişkiyi açığa vurur.


Quartier des Enfants Rouges / Kızıl Çocuklar Mahallesi
(Olivier Assayas)

Güzel, Amerikalı bir aktris, Paris’te eski bir konakta çekim yapmaktadır. Paris’li, esrarengiz bir uyuşturucu satıcısıyla ilişki kurar. Acaba aradığı tatmini bulabilecek midir?

Places des Fetes / Bayram Meydanı
(Oliver Schmitz)

Meydanın tam ortasında, yerde yatan yaralı genç bir adama yardım etmeye çalışan deneyimsiz bir tıp öğrencisi genç kızın başlamadan biten aşk öyküsü.

Pigalle
(Richard LaGraveuse)

Kırmızı fenerli evlerin bulunduğu Pigalle’in ortasında, seksi bir aşk hikayesi sürerken yaşlıca bir çift ilişkilerini kurtarmaya uğraşır.

Quartier de la Madeleine
(Vincenzo Natali)

Genç bir adam, son avıyla beslenen dişi bir vampire çarparak sendeler. Bir anda cazibesine kapıldığı bu dişi vampire sahip olmak için sonuna kadar gitmeye kararlıdır.

Pere Lachaise
(Wes Craven)

Yeni evli bir çift, kabristanda Oscar Wilde’ın mezarını ararken, farklı yanlarını tartışırlar. Tartışma, Oscar Wilde’ın esrarengiz hayaletinin ortaya çıkmasıyla çözüme ulaşır.

Faubourg Saint-Denis
(Tom Tykwer)

Güzel Amerikalı bir aktris, kör sevgilisini arayarak ilişkilerinin bittiğini söyler. Genç adamın anılarına yapılan yolculukla, ikisi arasındaki ilişkinin başlangıcından itibaren sergilendiği bir anlayış ve bağışlama öyküsü.

Quartier Latin
(Frederic Auburtin - Gerard Depardieu)

Şık, zarif, yaşlı bir Amerikalı, resmen boşanmak istediğini söylemek için eski karısıyla buluşur. Kibarlık kısa sürer. Ben ve Gena birbirlerine hakaretler yağdırırlar. Yaraların yıllar süren ayrılıktan sonra bile kapanmadığını ve aşkın asla ölmediğini açığa vuran çarpıcı bir kara mizah.

14e arrondissement
(Alexander Payne)

Amerikalı Turist bir kadının 14. Bölge de yürürken sonunda kendini anlayıp kabullenmesi. Paris, seni seviyorum için eğlenceli ve dokunaklı bir son.

“20. Bölgenin müsait olduğunu söylediklerinde ilk tepkim ‘Oh,orada büyük bir mezarlık var… mükemmel’di. Gerçekten harika bir yer. Hayatın farklı yönlerini göstermeyi amaçlayan bir film için kusursuz dekor.” - Wes Craven




This is England

1983 yılında 20. yüzyılın sonlarına doğru İngiltere ve Arjantin Falkland adaları yüzünden savaşa başlarlar. İngilteredeki Demir Leydi iktidarı ülkedeki iktisadi politikanın verdiği ağır koşullardan dolayı işsizliği 3,5 milyona taşıyınca tüm sosyal dengeler bozulur. Peki bir çocuğun bunlarla ne alakası var derseniz izleyin de görün demek düşer bana da :D

Gerçi filmi izlerken Otomatik Portakal ve The Wall filmlerinden sahneler geldi gözüme ama ne de olsa ingiltere bir tane olunca bakış açısı değişince olaylar pek de değişmiyor diye düşündüm.

Bu film de geçen yılın filmi olmasına rağmen bizde 1 sene geç vizyona girmiş. ben vizyondan kalktıktan sonra izleyebildim ama geç olması hiç olmasından iyidir.

Cuma, Aralık 14, 2007

Kainatı aşıp gelen melodiler hala kulağınızda kalıyor ne de olsa onlar 20. yüzyıla damgasına vuran efsanevi gurup The Beatles tan yola çıkarak beyazperdeyi renklendirme amacındaydılar. Yola çıkmak derken esas oğlanımız Jude ( meşhur Hey Jude oluyor burda ) un memleketi de Liverpool o da Liverpool dan kalkıp Amerikalara babasını bulma hayaliyle yanıp tutuşurken başka ateşlerle (Aşk) yanmaya başlar.



Rengarenk bir dünyanın insanın başını döndüren müzikler eşliğinde görsel bir şölene nasıl dönüştüğünü ancak Molin Rouge da ki fantastik havayı soluduğunuzda böylesine gerçekçi hissedebilrmişsiniz gibi gelmişti. Oysa Across the universe bunu size tekrar yaşama şansını sunuyor.


Özellikle filmin ortasından sonra uzun bir müddet rengarenk bir şölene sahne oluyor. Müzik ve görüntüler sanki bir çizgi filmdeymişçesine eğlenceli ve bir o kadar renkli.

Ama Çilek Tarlalarının sonsuza kadar sürmesi elbette beklenemez.


Ama sen kalkıp bir çatının üstünden New York halkına All You Need Is Love dersen ne olur?

Hepsi bu filmde...

Çarşamba, Aralık 12, 2007


Numaralandırılmış hatırlarım olsun istermiydim. Sadece içine bakınca kendini görebildiğin.

Gününe tarihine saatine baktığında o anı yaşayabilecek misin tekrar? Kendini sınırlayan çizgiler olmalı mı adı konmamış hikayelerin iznin sürülmediği.

Noktaları birleştiğinde sonucundan korkmadığın izler bıraktın mı geçmişinde. Ağlamak istemezsin hatıralarına her tarih kafanda kazınmıştır. Unutmak istesende sayılar hapseder seni.

Bulutlar terk edip gider gibi sinsice ve veda etmeden kaybolmaktalar. Zamanın kendisinden daha hızlı akar gözyaşları, ağladığın görünmez.

Çok zaman geçmiş üzerinden.

Pazartesi, Aralık 10, 2007


Pinchas Perry, Irwin D Yalom'un Nietzsche Ağladığında kitabını esas alarak yeni bir film çekti.

Kitapla aynı adı taşıyan filmde Armand Assante, Rachel O'Meara, Ben Cross, Katheryn Winnick, Jamie Elman rol alıyor.

Mutlaka izlenmesi gereken bir film

Perşembe, Aralık 06, 2007

saniyeleri ardı sıra kovalıyor
peşimdeki yaşam denen zaman.
bir anlamı daha olmalı
geçen her anın

bir kaç hatıra kırıntısı
kapının hemen dışarısında
ilk rüzgarla
uçuşacak belki de

nerde başladığını bilmediğim bir hikaye
bitmez benimle birlikte
sonunu bilmesemde
hayat bir mutluluktur belki de

belki de
mutlu olmaktır
gözlerini kapadığında bile
yanında ise.

Çarşamba, Aralık 05, 2007

uzayıp gidiyor yol
yorgunum çok
gidesim yok.
gidilecek her yer uzak sanki.

hayallerimin düş bahçeleri
umutsuz kahve köşeleri sanki
silik gölgelerin oynaşma mekanı
sevinecek hayalim yok.

yağmur damlaları gibiyim
binlerce parçam var sanki
bulutları özlerken.
başı boş savrulan gökyüzünden.

bir şeyler eksik kalmış
yazarken harfler unutulmuş sanki
unutulmak istenmiş düşler
yol tek başına kalmış
ne gelen var ne de giden.

Pazartesi, Aralık 03, 2007

Gerçek var mıdır?

Arkasına sığınılacak pek çok inanılası bahanenin ardında bir beyaz ışığın umudunu sürükler mi yaşam. Zaman alsada inanılacak bir düş varmıdır? Sözün bittiği yerde sadece hissederek bulabileceğin bir gerçeklik yada hiç bir şeye ihtiyaç duymadan içinde sana mutluluk verecek bir güven duygusu var mı?

Sonsuz yeşil çayırlıklarda tek başına hisseder gibi özgürce nefes alır gibi içinde yalan olmayan bir yaşam varmıdır?

Zaten düşlemek gibi bir şey bu. Oysa ki ne düşler var paylaşılabilecek sadece düş olmak için bile fazlasıyla güzel.